Küresel Isınma ve İklim Değişikliği
Küresel ısınma ve iklim değişikliği, günümüz insanlığının ve gezegenimizin karşılaştığı en büyük tehditlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Bu karmaşık sorunun üstesinden gelmek amacıyla, dünya ülkeleri 11 Aralık 1997’de Kyoto’da toplanarak Birleşmiş Milletler öncülüğünde ilk çerçeve anlaşmasını imzalamışlardır. Böylece, küresel ısınma ve iklim değişikliği konusundaki çözüm arayışları için önemli bir başlangıç yapılmış oldu.
Kyoto Protokolü, küresel ısınmaya ve iklim değişikliğine neden olan sera gazlarını tanımlamış ve bu gazlar arasında karbondioksit ile metan gazının en kritik olanları olduğu vurgulanmıştır. Eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ve NewBridge CEO’su Ali Rıza Alaboyun, sıfır emisyonlu hidrojen ekonomisine geçişin kaçınılmaz olduğunu belirterek, bu geçişin ana unsurlarının pasif güvenlik sistemleri ile yüksek güvenliğe sahip küçük nükleer santraller olduğunu ifade etmiştir. Alaboyun, “Hem yeşil hem de mavi hidrojenin proses sonucu amonyak (NH3) gazına dönüştüğünü hatırlatarak, amonyak gazının doğalgaza benzer şekilde taşınmasının ve depolanmasının kolay bir hidrojen ürünü olduğunu” eklemiştir.
Asıl Mücadele Karbondioksitle
Metan gazının karbondioksit gazından 21 kat daha etkili olması ve ozon tabakasını inceltme özelliği taşımasına karşın, acil olarak mücadele edilmesi gereken sera gazının karbondioksit olduğu konusunda dikkat çeken Alaboyun, “Karbondioksit gazı özellikle enerji ve ulaşım sektörlerinde yoğun olarak kullanılan hidrokarbon yakıtların yakılması ile ortaya çıkmaktadır. Ortaya çıkan karbondioksit, havadan hafif olduğu için yükselerek dünyanın dış çeperine ulaşmakta ve burada kalınlaşan bir tabaka oluşturmaktadır.” dedi. Bu karbon dioksit tabakası, güneş ışığının ve ısının denizlerden ve karalardan uzaya geri dönmesini engellemektedir. Güneş ışığı depolanma ve birikme özelliği olmadığı için bir şekilde emilim yolu ile kaybolurken, güneş ısısının bir kısmı sera etkisi ile dünyamız içinde hapsolmakta ve küresel ısınmaya neden olmaktadır.
Ortaya çıkan küresel ısınma, bulutlar ve yağışları oluşturan su döngüsünün bozulmasına, buzulların erimesine ve iklimlerin değişmesine yol açmaktadır. Ulaşım alanında benzin ve mazot gibi hidrokarbon yakıtların kullanımını azaltmak amacıyla elektrikli araç üretimi için yeni teknolojiler geliştirilmektedir. Alaboyun, “Genel olarak bu araçlarda lityum bataryaların kullanıldığını, şarj sürelerinin kısaltıldığını ve menzillerinin artırıldığını” belirtmiştir. Ancak lityum, doğası gereği bir maden olduğu için her maden yatağı gibi kullanıldıkça tükenmeye mahkûm bir kaynaktır. Gelişmekte olan hidrojen ekonomisi ile hidrojenin yakıt hücrelerinde kullanımının tam olarak devreye girmesi beklenirken, lityum bataryalar geçiş dönemi için en ideal çözüm olarak değerlendirilmektedir.
Hidrojenin Büyük Fırsatı
Hidrojenin yeryüzünde en fazla enerji içeren elementlerden biri olduğunu belirten Ali Rıza Alaboyun, “Suyun bulunduğu her yerde kolay erişilebilir ve sınırsız bir kaynak olarak hidrojen, hidrojen ekonomisine geçiş için büyük fırsatlar sunmaktadır.” dedi. Hidrojenin elektroliz maliyetlerinin düşürülmesi, depolanma ve nakliye işlemlerinin kolaylaştırılması için yoğun teknolojik yatırımlar yapılmaktadır.
Ulaştırma alanındaki olumlu gelişmelere paralel olarak enerji sektöründe de hidrokarbon yakıtların etkisini azaltmak amacıyla birçok proje geliştirilmiştir. Güneş, rüzgâr ve hidroelektrik santraller gibi sıfır karbonlu yenilenebilir yatırımlar dünya genelinde artış göstermektedir. Ancak bu tür kaynaklar doğası gereği sınırlı ölçüde enerji üretebilmektedir. Örneğin, güneş santralleri yalnızca güneş ışığının bulunduğu gündüz saatlerinde, rüzgâr santralleri sadece rüzgâr olduğunda enerji üretebilirken, hidroelektrik santraller ise su rejimine bağlı olarak elektrik üretebilmektedirler. Sınırlı kapasitelerine rağmen güneş, rüzgâr ve hidroelektrik santrallerinden üretilen enerjinin entegre sistemlere bağlanması ile karbondioksit salınımında önemli bir azalma sağlanmaktadır.
Yılda İhtiyaç: 8 Bin 760 Saatlik Enerji
Sürdürülebilir bir kalkınma sağlamak ve Paris Anlaşması’nın hedeflerine ulaşmak için bir yıldaki 8 bin 760 saatin her bir saniyesinde kesintisiz enerji üretecek sıfır karbon emisyonlu baz yükü santrallerine ihtiyaç bulunmaktadır. Alaboyun, “Sıfır karbon emisyonlu baz yükü santrali olarak nükleer santraller ön plana çıkmaktadır. Avrupa Parlamentosu ve bazı Avrupa ülkelerinde nükleer enerjinin yeşil enerji olarak tanımlanması için yoğun bir çaba vardır.” dedi. Ancak, 1979 yılında ABD’nin Pennsylvania eyaletindeki Three Mile Island Nükleer kazası, 1986 yılındaki Çernobil Nükleer faciası ve 2011 yılında Fukişima Nükleer felaketi, insanları nükleer enerjiye karşı mesafeli bir duruş sergilemeye itmiştir.
Güvenlik, Süre, Finansman
İnsanlardaki güvenlik endişesinin yanı sıra büyük nükleer santrallerin yapım süresinin planlandığından daha uzun sürmesi ve finansman maliyetlerinin artması, büyük nükleer santrallere olan ilgiyi azaltmaktadır. Alaboyun, “Yakın gelecekte büyük nükleer santrallerin yerini, yapım süresi kısa ve finansman ihtiyacı hızla karşılanabilen SMR (Small Modular Reactors) yani Küçük Nükleer Reaktörler alacağı gözükmektedir.” diyerek bu yeni nesil reaktörlerin avantajlarına dikkat çekmiştir. Küçük nükleer santraller, büyük santrallere göre daha güvenli olmalarının yanı sıra, bölgesel santraller olarak kurulabilmeleri ve elektrik iletim yatırımlarını düşürmeleri gibi faydalar sunmaktadır.
Gelecek Vaat Eden Hidrojen
Sıfır karbon emisyonlu enerji üretiminde hidrojenin büyük bir potansiyele sahip olduğunu vurgulayan Eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Ali Rıza Alaboyun, “Rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerjinin suyun elektrolizinde kullanılması ile elde edilen hidrojene ‘yeşil hidrojen’, doğalgazdan elde edilen hidrojene ise ‘mavi hidrojen’ denilmektedir.” dedi. Doğalgazdan hidrojen üretiminde açığa çıkan karbondioksit gazının atmosfere salınmadığını, bir kısmının endüstride kullanıldığını ve kalan kısmının eski maden ocaklarına depolanarak bertaraf edildiğini belirtti.